bir pusula*

 

“Muhterem oğlum Süleyman Kadri bey,

 

            Zahirî vaziyet odur ki bunlar size yazdığım son satırlardır. Kabul etmesi güç ya, belki de bunlar hayattaki son satırlarımdır hatta. Şifahi davetlerimi, “Fenayım, verem galebe çalmak üzere, rica ederim son arzumu kırmayınız ve geliniz, tahallül edelim,” yazılı pusulamı cevapsız bıraktınız. Zannederim ki hasta yatağında, bin bir müşkül ile teneffüs eden pederinize bir helallik vermeye gelmeyeceksiniz. Canınız sağ olsun canım efendim, ötesi nafile. O halde, rica ederim, son satırlarımı döktüğüm bu küçük pusulayı okuyunuz. Belki de yıllardır hamili olduğunuz o kapkara kini hafifletir; bu meyus ve perişan babanızın kabrine bir Fatihacık olsun bahşetmeye razı gelirsiniz.

 

            Valideniz Fikrinur hanımı bendeniz aldığımda, on altısını yeni doldurmuş terütaze, altın sarısı bir Abaza kızıydı. Siz mahdumumu dünyaya getirdiğinde de zaten on sekizine yeni vasıl olmuştu. Birlikte büyüdüğünüzü söylemek, öyle zannederim ki abes olmaz. Lakin Fikrinur hanım, bana ilk gösterildiği o günden beri hep bir tuhaftı. Tüm halleri bir acayiplik, bir hayalperestlik, havayilik ile mükellefti. Sizi kundağınızda bir ağaç dibine bırakır, anadan üryan haliyle Kaynarcasu Çayı’na girerdi. Validenizi ve beraberindeki yavrusunu konakta göremeyip telaşa kapılan Dadı Kadın arayıp bulmasa kim bilir hangi sulara kapılıp gidecek! Ahırdaki cümle hayvanatla kendi lisanınca mükaleme eder, ağaçlara, dallara sarılıp şarkılar söylerdi mesela. Bazen hayvanları giydirir, bazı kere de cümle ağaca, nebata kurdeleler, çaputlar bağlardı. Sonra o rüyaları! Kan ü ter içinde kaldığı, anlaşılmaz bir lisanda, bağır çağır, müdhiş çığlıklar, mutantan kahkahalar atarak gördüğü, bir türlü anlatmaya yanaşmadığı rüyalar… Kağıtlara tuhaf şeyler çizer, elif görse mertek sanacak kadar ümmî olduğu halde kargacık burgacık harfler yazar, o yazıları konağın içine, avluya, ahıra ve müştemilata gizlerdi. Evvela çocukluğuna verdim. Fakat kendisine biricik nesebim olan oğlumu emanet ediyordum, telaş etmeye başladım. Dadı Kadın’ı başından ayrılmaması için sıkı sıkıya tembihledim. Hemşirenizin de tevellüdüyle biraz durulur gibi oldu. Ancak iyiden iyiye içine kapanmaya başladı. Sual edilmedikçe konuşmuyor, o eski iştahını aratırcasına yemeklerini kuş kadar tırtıklayıp sofradan kalkıyor, o acayip dil ve makamda nağmeleri artık konakta yankılanmıyordu. Bunu da kemale erişine, biteviye bir hayata ikna oluşuna yoruyordum. Ta ki o meşum hadiseye kadar.

 

            Müşterek ahbabımızdan, annenizi, ondan kurtulmak için tımarhaneye yatırdığımı, sizi de onun çocuğu addettiğimden Sultanî’ye yazdırıp evden gönderdiğimi söylediğinizi işittim. Bunu söylemeye, maatteessüf hakkınız yok oğlum. Ben sizi Sultanî’ye, bu ufarak Anadolu vilayetinden kurtulup, dünya hakkında malumatınızı artırmanız, kendinize muteber bir meslek edinmeniz gayesiyle gönderdim. Nitekim, hayattaki az sayıda muvaffakiyetimden birinin bu olduğunu şimdi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Annenizi Hafsa Sultan’a yatırmamızın sebebini ise bırakınız anlatayım.

 

            O meşum hadisenin vukua geldiği gün, bendeniz şehre, Manisa’ya inmiştim. Valideniz, Fikrinur hanım, konakta bir aralık yakalayıp kardeşinizi de alarak tepeden yukarıya, Vasil’in değirmenine kaçmış. Dadı Kadın görememiş nereye gittiğini, ne talihsizlik! Değirmenin yanındaki kara kuyuya varmış. Vasil, ta uzaktan, karşı tepeden, Fikrinur hanımın hemşirenizi kovanın içine koyup aşağı sarkıttığını, ipi saldıkça ayakları yerden kesilircesine kuyunun içine eğildiğini görmüş. Değirmenci koca Rum, bu vaziyet-i acayibi görünce çalataban koşmaya başlamış. Sesini duyunca telaş edip eli ayağı boşalırsa ikisi birden kuyunun dibine tumba yuvarlanır diye korkup seslenememiş de. Tereddüt içinde tepenin başına varmış ki ne görsün, Fikrinur hanım, yarı beline kadar kuyuya girmiş bile. Vasil’i yolun başında gördüğü gibi de bırakmış kendini kuyunun dibine. Önce uzun, tiz bir çığlık kopmuş. Arkasından bağırışlar gelmiş kuyunun sesi akislere boğan derunundan: “Fikrinur! Fikrinur! Bu dünyanın dibi yok Fikrinur!” Avaz avaz kendi ismini çağırıyormuş.

 

            Kuyudan çıkardıklarında valideniz hanım baygınmış. Şükürler olsun ki hemşireniz, üstünde zıbını, kovanın içinde tüm vakıadan bîhaber, sapasağlam, uyuyormuş. Sonrası malum. Annenizi Manisa’ya Bimarhane’ye yatırdık. Sizi İstanbul’a gönderdik. Hem parlak bir istikbaliniz olsun hem de bunca felaket arasından acilen kurtulun istedim. Sizi bu asabî hengamenin içinde bırakamazdım. Anneniz ise artık cemiyet içine çıkacak, kendisine bir ufacık kız çocuğu emanet edilecek halde değildi. Tedavisi ve cemiyetten en azından muvakkaten tecridi elzemdi. Sağlığına kavuşması, bir an önce konağa dönmesi biricik emelimizdi. Ah, aman ya Rab! Kendine kıyacağını nereden bilebilirdik? Validenizin kendini bir çarşafla asarak intiharından nasıl olur da beni mesul tutabilirsiniz. İnsaf ediniz.

 

            Sevgili oğlum. İnsafına sığınıyor, seni vicdana davet ediyorum. Beni affet, hakkını helal et!

                                               Derbeder ve nadim pederin Kadri Şefîk”

Beyazıt’ta, bir sürü döküntü içinden bulduğum bir Osmanlıca kitabın arasında karşıma çıktı bu kendisi de Osmanlıca mektup, dün. Kitabın ilk sayfasına baktım. Dolma kalemle Sin ve Kaf yazılmıştı: Süleyman Kadri. Demek ki ulaşmış oğluna. Babasını son kez ziyarete gitti, helalleşti mi bilemedim. Ama senelerce, bir hayırsız torun dedesinden metruk kitapları sahafa satana kadar, orada öylece saklanmıştı mektup. İçim buruldu.

_______________________________________________________________________________________

* Bu öykü, Remzi Karabulut’un hazırladığı “Öyküden Çıktım Yola” adlı derleme için yazılmıştı.

Yorum bırakın

Filed under oraya-buraya yazılanlar

Yorum bırakın